28 Eylül 2021 Salı

Squid Game (Kalamar Oyunu)


 SQUID GAME TARİFİ

Kâğıt kalem hazırlayın. Squid Game filminin tarifini veriyorum.

 Yine bir Netflix filmi olan The Platformu tabana yayalım… Üstüne Efsane Küp serisi (The Cube) ve Deney (The Experiment) gibi orijinal içerikli iki filmi karıştıralım. Biraz da “Saw” sosu ekleyelim.

Evet, geçmişte zihnimizi oldukça meşgul eden; sefil fakat kötülüğü de hak eden (?) insan topluluklarının başına gelen zekice tasarlanmış oyun serüvenlerine birini daha ekledik. Yine diğer örneklerinde olduğu gibi bu diziyi seven de olacaktır. Yerden yere vuran da olacaktır.

Dizinin konusuna gelince; borç batağına girmiş ve kurtulma ihtimali çok düşük olan dört yüz elli altı kişi, gizemli bir hayatta kalma yarışmasına davet edilir. Bir dizi geleneksel çocuk oyununda ve gizemli bir yerde; 45,6 milyar Won (38,5 milyon ABD Doları) ödül için rekabet ediyorlar ve her oyunda hayatlarını riske atıyorlar.

Yazımın bu noktadan sonrası seyir zevkinizi kaçıracak spoiler içeriyor. Özellikle son 2 bölüm ağır spoiler içerir.

-----SPOILER-----

ŞEKİLLER VE HİYERARŞİ

Çalışanların arasında bir hiyerarşi var. Yuvarlak simgeli çalışanlar işçileri, üçgenler silahlı ve daha üst rütbe çalışanları, kareler ise müdürleri temsil etmektedir. Bu tıpkı bir karınca yuvasındaki karıncaların hiyerarşisini andırmaktadır. Aynı zamanda maskelerindeki çene kısmının 2 parçalı olması ve tesisin genel olarak yer altında kurulmuş olması karıncaları hatırlatan diğer bir göstergedir. Geometrik olarak bakalım. Yuvarlak hem sıfırı temsil eder hem de köşesizdir. Üçgen en az köşeli geometrik şekil ve kare bir sonraki oluyor. Yöneticinin köşeleri keskin hatlarda (yani çok köşeli) bir maske takması da bu geometrik hiyerarşiyi tamamlıyor. Son olarak tabii ki üçgen, yuvarlak ve kare geleneksel çocuk oyunu olan Squid Game (Kalamar oyunu) Saha çizgilerini oluşturuyor.


VIP ÜYELERİ

VIP üyeleri, gerçek dünyada da var olan ve dünyayı yönettiği söylenen hanedanların üyelerine benziyorlar. VIP üyelerinin ziyareti ve buradaki yarışçıları “insan” değil sadece bir eğlence aracı görmeleri günümüzün kapitalist dünyasına bir gönderme olsa gerek. Belli ki bu büyük organizasyonu finanse eden birçok işadamını temsil ediyorlar. 6 misafir var. Numerolojide 6 sayısı, fiziksel olarak çalışabilme yeteneğinden sorumludur ve belirli koşullar altında kötü “karanlık” bir bilgi arzusuna, hâkimiyete ve hâkimiyet arzusuna işaret etmektedir. Aynı zamanda yarışmanın toplam 6 oyundan oluştuğunu da söylememiz gerekiyor.

VIP üyeleri kendi zevklerini ön planda tutan ciddi anlamda zengin olan insanlar. Numaraya sahip yarışmacılar, simgelere sahip çalışanların üstünde bulundukları için kendileri altın hayvan maskeleriyle şereflendirilmiş. Burada da Mısır tarihinde karşımıza çıkan sfenkslere bir atıfta bulunuyor olabilirler.



RENKLER VE DUVARLAR

Oyunların başında büyük yatakhanenin duvarları yüksek ranzalar yüzünden görünmüyordu hâlbuki oyunların duvara çizilmiş olduğu sonradan ortaya çıkıyor. Tabii bunu anlayabilen bir yarışmacı olmadı. Oyuncuların oyunlar dışında yaşadığı yatakhane yeşil renkte ve dinlendirici bir hava verirken, oyuna çıkan merdivenler tehlikeyi ifade eden kırmızı/pembe renkte seçilmiş. Oyuncular lise yıllarında beden dersinde giyilen tarzda eşofmanlara sahipler.



1 NUMARALI YAŞLI AMCA

Dizinin sonunda 1 numaralı oyuncu olan yaşlı amcanın aslında oyunun organizatörü olduğu anlaşılıyor. Aynı zamanda son sıradaki başrol oyuncusu oyunu kazanıyor.  Organizatörün kendi isteğiyle oyunun içinde olarak, oyunlardaki heyecanı tatmak istemesi oldukça ilginçtir. Ancak filmde amcanın asıl hedefinin ne olduğu konusu açık olarak bırakılmıştır. Saw filminde olayların arkasındaki gizli şahsın amacı insanlara hayatlarının değerini anlatmak istiyordu. Buradaki amcamız ise insanların artık insanlıklarını kaybettiklerini kanıtlamak istiyor. Tabii bu sırada işi ticarete döktüğü de aşikar.

Başroldeki Gi Hun (Jung-Jae Lee) son yarışmacı ve İl-Nam (Hideo Kimura) ilk yarışmacı. Birinci yarışmacı insanlara güvenini kaybetmiş, onları kullanan bir yapı kurmuş. Sonuncu ise hayatın sillesini yemesine rağmen hala herkese güvenebiliyor. Aradaki tüm yarışmacılar bu iki uç arasında gidip geliyorlar.

Dizinin en önemli iddialarından biri Gi-Hun’un İl-Nam’ın oğlu olduğudur. Evet, bölüm-3’te İl-Nam süt içmeme nedeniyle babasından dayak yemiş olabileceğini ve O da kendi oğlunu bu sebepten dövdüğünü söylüyor. Yine misket oyununda, İl-Nam aklını yitirmiş şekilde dekor evlerden birisinin kendi evi olduğunu iddia ederken, Gi-Hun kendi doğduğu evin de benzer bir ev olduğunu söylüyor. Son olarak, ölmek üzereyken Gi-Hun’u yanına çağırması oğlu olduğunun başka bir kanıtı olabilir.



İKİNCİ SEZON VE TAHMİNLER

Squid Game (Kalamar Oyunu) ikinci sezon gelir mi bunu bilmiyoruz. Ancak Gi-Hun havaalanından geri dönerek kapıyı açık bırakmış oldu. Peki, gelecek hakkında konuşulan bir teori var mı? Elbette. Dizide hatırlarsanız kardeşini arayan polis 2015 yılında O'nun oyuna kayıt olduğunu tespit etmişti. Fakat senaryo bizi ters köşe yaparak, polisin kardeşinin her şeyin başındaki yönetici (Front Man) olduğunu ortaya çıkarmış oldu. Acaba polisin kardeşi daha önceki bir turnuvanın kazananı yani birincisi olabilir mi? Yarışmadan sonra kendisine gelen iş teklifini değerlendirip bu noktaya gelmiş olabilir mi? İşte Gi-Hun bir sonraki sezon böyle bir yol ayrımında kalabilir. Ya bu işin tarafında olup yeni ölüm oyunları geliştirecek ya da beklediğimiz gibi “Ben tatar Gi-Hun, bu oyunu bozarım”diyecek.

Bir daha ki yazımızda görüşmek üzere…

Devamını Oku »

17 Ocak 2021 Pazar

Star Trek Discovery incelemesi - Michael Burnham kimdir?

Merhaba BaySpak severler,

Star Trek evreninin son seri dizisi Star Trek Discovery ilk diziden de önceki bir zamanda geçmektedir. İncelemenin birinci bölümünde, başrol oyuncusu Michael Burnham'ın kim olduğunu inceleyeceğiz.

Michael Burnham, Mr. Spak'ın üvey kardeşidir. Annesi ve babası insan olan bir evlatlık olarak Vulcan'da büyümüştür.

( Burnham'ın hayatını Discovery dizisi içinde anlatımı yapılan yere kadar anlatıyoruz. Bu sebeple spoiler yer almamaktadır.)



ÇOCUKLUK DÖNEMİ

2226 yılında dünyaya gelen Michael, 2230 yılından itibaren ailesiyle birlikte bir uzay istasyonunda yaşamaya başlar. Annesinin adı Gabriel, babasının adı Mike'dı.Annesi ve babası kendilerine verilen gizli bir görevle meşguldürler. Bu görev, zamanda yolculuk yapılmasına imkan veren bir takım elbise ile ilgilidir. Klingonlar bu projeyi çalmak istedikleri için ailenin peşindelerdi. 

Mike Burnham ve eşi Gabriel, bir kristal ile zamanda yolculuk edebilecekleri kristali yanlarına alarak, patlamak üzere olan bir Süpernovanın yanına yolculuk ettiler. Patlama anında kristal aktive olacaktı, fakat patlamaya 3 gün kala Klingonlar onları buldu. 

Ailenin akşam yemeğinde olduğu sırada, Mike Burnham Klingonların yaklaştığını anladı ve kapı önünde barikat kurmaya çalıştı. Fakat Klingonları engelleyemedi. Klingonlar O'nu öldürmüştü. Gabriel ise Michael'i bir dolaba sakladıktan sonra kostümü çalıştırmayı başararak zamanda yolculuk yaptı. 

MICHAEL BURNHAM VULCAN'DA

Michael, Bay Spak'ın anne ve babası olan Amanda ve Sarek Grayson tarafından evlat edinilmiştir. Vulcan'da büyüdü ve Vulcan Eğitim Merkezi'ne katılan ilk insan oldu. Michael öğrencilik hayatı boyunca Vulcanlılardan farklı olduğu için çeşitli zorluklar yaşamıştır. "Mantık aşırıcıları" olarak tanınan terörist bir Vulcan grubu tarafından Michael hedef alınmıştır. Bomba patlaması sonucu 3 dakika kadar ölü olarak kalan Michael, Sarek'in müdahalesiyle hayata geri dönmüştür. Bu sırada Sarek "Katra" olarak tabir edilen ruhuna ait bir parçayı Michael'e vermiş, bu sayede Michael ile mesafe tanımaksızın benzer acıları duymaya ve iletişim kurmaya başlamışlardır. 

Başına gelen bu olay sebebiyle ailesinin kendisi yüzünden zarar gördüğüne karar veren Burnham evden kaçar. Gelecekten kostümü sayesinde Mr. Spak'a görünen Michael'in annesi, O'nun bulunması yardım eder ve Grayson ailesi O'nu kurtarır.




Burnham,Vulcan bilim akademisinde 4 yıl okuduntan sonra birincilikle mezun oldu. Mezuniyetinin ardından Vulcan Expeditionary Group'ta yer alabilmek için başvuru yaptı. Başvurusu kurul tarafından insan olduğu gerekçesiyle reddedildi. Fakat daha sonra Sarek (üvey babası) 'e Michael ve yarı yarıya insan olan diğer çocuğu Spock (bay spak) arasında bir tercih yapma hakkı verdiler. 

Sarek, Spock'ı tercih etti.Fakat bu tercih etme konusunu Michael'den sakladı. O'na yetersizlik sebebiyle tercih edilmediğini söyledi. Sonraları Spock da Vulcan yerine Yıldız Filosuna katılmayı tercih etti. Sarek'in tercihi de anlamını kaybetmiş oldu.



STAR TREK TARİHİ YENİDEN Mİ YAZILDI?

Star Trek dizisi tarihinin en başından beri ana karakterlerden biri olan Spock hakkında bilinen gerçek tek bir üvey kardeşi olduğu yönündeydi. Sybok ismiyle bilinen bu kardeşiyle Michael'in aksine kan bağının da olduğu söyleniyordu. Discovery serisinde Sybok hakkında herhangi bir bilgi bulunmazken, Michael isminde yeni bir karakter aileye eklenmiş görünüyor. Star Trek fanlarının bir kısmı bu eklemeyi tutarsız ve yapmacık bulurken bir kısmı da tıpkı dizinin yapımcısı Alex Kurtzman gibi, bu eklemenin dizinin tarihiyle çelişmediği ve tam uyduğunu düşünmekte. Peki sizce nasıl olmuş?


Devamını Oku »

16 Aralık 2018 Pazar

Hoşgeldiniz - Bay Spak

Bloguma hoş geldiniz. “Bay Spak” yani “Mr. Spock” değişik türden sinema, karakter ve simge analizlerini içeren web sitem. İyi yolculuklar dilerken, neden blog'un adı Bay Spak sorusunun cevabını da şurada bir yere sabitleyelim.


Mr. Spock (Bay Spak) sinema tarihinin kuşkusuz en felsefi karakterlerinden biri.  O’nun felsefesini anlayabilmek birçok kişiye nasip olmamıştır.

Mr. Spock (Bay Spak), Meşhur Uzay yolu (Star Trek) orijinal film serisinin Kaptan Kirk ile birlikte en çok bilinen karakterlerinden biridir. Atılgan (USS Enterprise) uzay gemisinin bilim subayı ve 2. Kaptanı unvanlarını taşımaktadır. Karakteri bu orijinal seride, 2015 yılında aramızdan ayrılan Leonard Nimoy canlandırmış ve karakter daha çok onunla özdeşleşmiştir. 




Neden Spak?
İlk bakışta Spak’ı bizden ayıran tek özellik uzun kulakları ve yukarı uzanan kaşları olduğunu sanırsınız, fakat o sadece aysbergin görünen yüzü… Bay Spak’ın birçok uzmanın bilgi birikimine sahip olmasına rağmen bir o kadar da tevazu sahibi olması onu daima bir numara yapmaya yetip de artmıştır bile.




Mantık yoksa gerisi boş
Mr.Spock yarı Vulkan’lı olarak tanıtılmaktadır. Vulkan galaksinin başka bir noktasında bulunan bir gezegendir. Bu gezegende duygulara fazla yer verilmemekte herkes mantığıyla hareket etmektedir. Aslında Uzay yolu (Star Trek) film serisinin yazarı Gene Roddenberry’in amacı Spak karakterinin arka planda bir felsefi akımı temsil etmesini sağlamaktı. Bu akım ise “Stoacılık” tır. En önemli önermesi ise “Mutluluk dış koşullara bağlı olmamalıdır” Her zaman mantığın ön planda olması gerektiğini savunur. Çünkü mantık insandaki doğruyu ve yanlışı ayırt etme özelliğidir ve insanı diğer tüm yaratılanlardan ayıran en önemli farktır.

                                   



Soğukkanlı olmak iyidir

Mr.Spock mantığı ön planda tutan Vulkanlıların arasında yetiştikten sonra duygusal değişkenliklere sahip Atılgan gemisi sakinleri ile bir türlü anlaşma ortamı bulamasa da en azından onların mantığına seslenmeyi başarmıştır. Hani bir futbol maçında oyunun en stresli anlarında, orta sahada oynayan yaşça deneyimli bir oyuncunuz vardır, top ona geldiği zaman oyunu soğutur ve yeniden mantığıyla yön verir. İşte Bay Spak Atılgan’da her zaman bu rolü üstlenmiştir. Bay Spak birisi hapşırdığı zaman sadece “live long” (çok yaşa) demez aynı zamanda “prosper” (başarılı ol) der. Tıpkı Spak gibi size uzun ve başarılı günler diliyorum. 




Devamını Oku »

30 Eylül 2018 Pazar

Turufiye (Mikro bilim kurgu öyküleri-2)


TURUFİYE

Patron o sabah asabi şekilde fabrikayı turluyordu. Bir yanında ufak tefek asistanı Selin, diğer yanında fabrika direktörü Cem ile robot hatlarına göz atıp geçiyorlardı. Fabrikada çalışan insan sayısı son yıllarda çok düşmüştü. Ben ve ekibim toplam beş kişiyiz ve fabrikadaki tek insan ekibi biziz. Diğerleri andonlar, liftonlar, turnlatlar gibi soğuk isimli robot ekipleri…

Patron Kamil Bey, kelli felli ve ciddi derece asabi bir adamdır. Fakat tahmin edersiniz ki o fabrikada dolaştığı anda, kendine çeki düzen vermesi gereken sadece 5 adam var. Rakiplerimiz her daim yağlı ve soğuk vücutlarıyla hazır olda bekliyor.

“Murat, ne yapıyorsunuz orada?”

“Efendim şu anda tezgâhlarda detaylı temizlik yapıyoruz.”

“O işi robotlara bırakın demedim mi ben? Bırak şu fuzuli işleri de bizimle gel.”

“Tamam efendim”

Fabrika aslında boydan boya karanlık. Metalik dostların gözleri iyi gördüğünden mütevellit ışık yanan tek yer bizim birim. Uzun bir yürüyüş yolundan geçtik. Patron yeterince eski kafalı olduğu için bir araç kullanmak yerine illa her birimden yürüyerek geçecek ya. Selin ile Cem Bey’in sesi çıkmıyor ama ben yorgunluktan ölüyorum.

Sonunda ardımızda uzay kadar karanlık bir yol bırakarak geniş bir ofise varıyoruz. Burası benim sadece 1-2 kez geldiğim bir salon. Artık patron ağzındaki baklayı çıkarsın diye bekliyorum. İşten atılma ihtimalimi düşünüyorum. Eğer öyleyse tazminat olarak alacağım sanal dünya yolculuklarını hayal ediyorum. Yüzümde istemsiz bir gülümseme kalmış olacak ki Cem Bey’in sesiyle irkildim.

“Komik bir durum mu var Murat?”

Bu insanlar da robot olmuş resmen. Cem Bey’in bir kere hatır sorduğunu hatırlamam zaten.
Patron ani bir hareketle cebinden küçük sandalyeyi andıran bir nesne çıkarıp, yüksek sesle konuşmaya başladı:

“Murat… Bu ne Allah’ını seversen?”

Biraz duraksadım. “Bilmiyorum efendim. İlk defa görüyorum.”

“Cem, neydi bunun adı? Ne yazıyordu ekranda? Kurupiye mi?…”

“Turufiye efendim”

Yüzümdeki şaşkın ifadeyi koruyarak tekrar cevapladım. “Biz böyle bir parça üretmiyoruz.”
Koskoca bir tesisten bahsediyoruz. Artık Endüstri 8.0 ile üretim yapıyor. Fakat işleri o kadar az kişi yönetiyor ki ürünlerin ihtiyacından, tasarımından ve üretiminden birer baş robot sorumlu.

 O an kendimi tutamayarak patronun hoşlanmayacağı bir yorum yaptım:
“Kamil Bey, tasarım baş robotu bu parça hakkında yorum yapacaktır. Açıkçası biz de ürettiğimiz parçaların ne iş yaradığını her zaman bilemiyoruz.”

Kamil Bey gözlerinden ateş saçarak bana baktı.
“Murat. Sorun da bu zaten karşıma alıp konuşabileceğim başka bir adam yok burada. Biliyorum senin amirlerin de robot fakat onlardan bir hayır gelmiyor.”

Kamil Bey’in itiraf gibi cevabından sonra Cem Bey söze girerek biraz toparlamak istedi:
“Kamil Bey, üretim baş robotu bu parçanın kullanıldığı yeri göstermişti ama sonradan tasarım baş robotu bunları değiştirmemiz lazım deyince arada başka bir yapay zekânın hata yaptığını düşünüyoruz. Bu aslında tam olarak ZX robotunun boyun desteğinde…”

“Cem… Tamam sus yeter. İşleri berbat edip sonra da bir şeyler uydurmaya çalışmanızdan bıktım.”

Bu tartışmanın daha fazlasına şahit olmamam için beni görev alanıma geri gönderdiler. Bu Turufiye denen parçanın gereksiz yere üretilmesi, tamamıyla modern endüstri anlayışına göre işleyen bir fabrikanın en yüksek zarar kaynağına dönüşmüş ve tüm işletmeyi iflasın eşiğine sürüklemişti.

Tamamen insansız üretimin, gündelik ihtiyaçlara cevap veremeyecek hale gelmesindeki en büyük neden işin içinde “duygu” eksikliğinin olmasıydı. İhtiyaç, insanlarla başlıyor fakat buna anlam kazandıramayan robotlarla devam ediyordu. Geçmiş zamanlarda özlenen endüstri anlayışı birçok işletme için kâbusa dönüşmüştü.

Unutmadan şunu da söyleyeyim; Turufiye denen parçanın sırrı sonradan çözüldü. Titanyum android tabutlarının menteşesiymiş. Fakat bizim çokbilmiş tasarım robotu onu bir birleşim elemanı kabul ederek milyonlarca ürettirmiş.

Devamını Oku »

Yenilebilir Teknoloji (Mikro bilim kurgu öyküleri-1)


İki kilolu ve orta yaşlı bayan ünlü bir pizza restoranında, birer büyük pizza söylemiş ve iştahla yemeye başlamışlardı.

Derinlerden bir ses duyuldu.

“Günlük yeme limitini aştınız…”

Siyah saçlı bayan:
“Efendim? Bir şey mi dedin?”

Sarı saçlı bayan boğuk sesle yanıtlar:
“Yoo hayır kuzum.”

Az sonra derinden gelen ses yine duyulur.
“Günlük yeme limitini aştınız…”

“Sen kendi kendine mi konuşuyorsun? Kim konuşuyor böyle?”

Sarışın kadın artık saklamaktan bıkmıştır: “Midemden geliyor o ses.”

“Sen benimle dalga mı geçiyorsun?”

“Hayır, hayır. Bir ay önce kilo kontrolü sağlayacağına kesinlikle inandığım büyükçe bir kapsül yutmuştum. Hatta sana da söylemiştim. Meğerse o kapsül sesli uyarı sistemi içeriyormuş.”

Siyah saçlı kadın kendini gülmemek için tutsa da pek başarılı olamaz. Kıkırdayarak;
“Bir aydan beri miden seninle konuşuyor desene…”

“Bu dalga geçilecek bir durum değil. Bir aydan beri hayat kalitem düştü. Bu kapsül erimiyor. Utancımdan kimseye söylemedim.”

“Benim bir fikrim var. Biliyorsun yeğenim tekno-diyetisyen, o bunu bilmiyorsa kimse bilmez.”

Siyah saçlı kadın yeğenini arar ve kısa bir konuşmadan sonra arkadaşına döner.

“Canım şimdi senin yapman gereken tek şey var. Aynı ilaç markasının zayıflama çayı var. Onu on beş gün boyunca aksatmadan içiyorsun. Sadece onun içindeki aktif madde bu hapı yok edebiliyormuş."

“Lanet olsun on beş gün daha mı?”

“Sen buna şükret şekerim.  Aaa bak bana bonus pizza çıktı.”

Siyah saçlı kadın garsona seslenir:
“Bonus pizzamı hemen alabiliyor muyum?”

Sarı saçlı kadın sessizce ağlamaktadır.

Devamını Oku »

23 Ağustos 2018 Perşembe

Yerli Bilimkurgu Yükseliyor


Bu yazımda sizlere Türkiye'de faaliyet gösteren bir bilim kurgu sever topluluğu olan Yerli Bilimkurgu Yükseliyor 'dan bahsedeceğim. (Kısaltması YBKY)  Mottosu "Türkiye'de bilim kurgu mu var?" sorusuna "Evet var, biz varız" şeklinde kurgulanmış. Bu görüşü; yapılan yayınlardan, yazılardan,çizimlerden ve paylaşımlardan özetlemiş bulunuyorum.


Bu ismin arkasında, Türkiye'de bilim kurgu adına ne varsa değerlendirip yorumlayan bir ekip var. Türk bilim kurgu edebiyatını merkeze alarak, neredeyse tüm literatüre dair yorumları bulabilirsiniz. Şu ana kadar 16 sayı çıkarttıkları bir dergi var. Bilimkurgu seven herkesin içinde aradıklarını bulacağını düşünüyorum. Ben kendi adıma buldum.




Bu oluşumun yaptığı en faydalı işlerden birisi Türk bilimkurgu kitaplarını yıllara göre tasnif edip sitelerinden bunları bizlere ulaştırmaları.Bir diğer faydalı iş, belirlenen bir konu etrafında kısa bilim kurgu hikaye yarışmaları düzenlemeleri. Şu anda 6. yarışma düzenlenmiş durumda ve katılımlar kabul ediliyor. Ben de bu yarışma için bir kısa öykü yazdım. Bu konuda ilgisi olan kişilere tavsiye ederim. (Aşağıda link verdiğim sitede ayrıntılara ulaşabilirsiniz.)

Son olarak daha önceki kısa öykülerden faydalanarak; hem deneyimli yazarlar hem de amatör yazarların yazılarını derleyerek bir kitap haline getirmişler. Yerli bilim kurgu ve bu kar amacı gütmeyen organizasyona destek vermek için bu kitaptan birer adet edinmeliyiz diye düşünüyorum.


Bahsettiğim organizasyonun web adresi: http://yerlibilimkurguyukseliyor.com/

Dergi yazarlarından Gürhan Öztürk'ün youtube dergi tanıtım videosu: 



Devamını Oku »

7 Nisan 2018 Cumartesi

Yapay zeka insan öldürür mü?


Isaac Asimov’un I,Robot romanını yazdığı günden bu yana, yapay zekâya ve robotlara hep şüpheyle bakıldı. Çünkü Asimov gelecek hakkında robotları kısıtlayıcı kurallar içeren bir roman yazmıştı.  Robotların bir tehdit olabileceğini önceden gören bir romandı bu.

Mekanik Türk ve Deep Blue

Bilinen ilk robot bizi temsil eden bir isme sahip “Mekanik Türk” Bu ismi almasının sebebi robotun yüzve vücudu olarak, o zamanki atalarımız Osmanlıya benzeyen görüntüde bir kuklanın kullanılması. İmparatoriçe Maria Theresa için 1770 yılında yapılan bu ilginç otomatın yapımcısı mekanikçi Wolfgang von Kempelen dir.





İyi de bu robotun özelliği neydi? Büyük bir satranç ustası olması ve önüne gelen her rakibi yenmesiydi. O dönemin ünlü isimleri de dâhil olmak üzere herkesi yendiği için, bu robotun adını duymayan kalmamış. “1770 yılında bu kadar zeki bir robot nasıl tasarlanmış olabilir?” diye bir soru düşüyor insanın aklına. Evet, ilk tahmininiz doğru, bu robotu mekanizmanın içinde kontrol eden bir insan vardı fakat sırrını hep sakladılar. Bir yerden sonra ise içerideki adam ifşa oldu. Cüce satranç ustası Jacques-François Mouret…

Yapay zekânın hikâyesi 1770 yılındaki Mekanik Türk ile başlayıp, 1997’de dünya satranç şampiyonu Kasparov’u yenen Deep Blue’ya kadar ciddi bir gelişme göstererek devam etti. 2000 ler başladığında ise artık her geçen yıl, bir önceki yıldan çok daha ileri gidiyor ve hayatın çeşitli noktalarında etkin olmaya başlıyordu. Popülerliğini hiç kaybetmeyen soru ise “Yapay zekâ insan öldürür mü?” Acaba 1770-1997 yılları ve aradaki süreçte masum bir satranç oyuncusu olan yapay zekâ, bizi tehdit etmeye başladı mı?

Yapay zeka kazaları

Sorunun cevabını tam olarak verebilmek mümkün değil. İlk olarak 1979 yılında Ford otomotiv fabrikasında fonksiyonel bir robot kol bir işçinin ölümüne sebep olmuştu. Bu olay çoğunlukla bir ihmal gibi duruyordu. Fakat 2017 yılında Amerika-Michigan’da yine otomotiv sektöründe faaliyet gösteren bir firmada daha esrarengiz bir olay yaşandı. Robot kendi çalışma alanının dışına çıkarak, diğer birimde çalışmakta olan 57 yaşındaki Wanda Holbrook’un kafasına römork parçası fırlattı, işçi kadın hayatını kaybetti.  Ölen kadının eşi ise robot firmasına dava açtı. Tarih 20.03.2018’i gösterdiğinde, Uber’in şoförsüz aracı 60 km ile giderken, bisikletli bir bayana çarptı ve ölümüne sebep oldu.



Peki, bu insanları bir yapay zekâ mı öldürdü? Yoksa bir yapay zekâya güvenen ve yeterli önlem almayan insanlar mı? İçinde bir kasıt olmadığı halde kazalara sebep olabilecek yapay zekâlardan bahsediyoruz. Peki, yarın bilerek ve isteyerek yapay zekâların kodlarıyla oynayan seri katil tarzı hackerlar ile karşılaşırsak ne yapacağız?

İnsanlığın sonunu getirmeyi planlıyorum!

İstesek de istemesek de yapay zekâ hayatımızda daha fazla yer tutmaya başlayacak. Yeni yasal mevzuatlar ve yeni önlemler alınması gerekiyor. Eğer ciddi önlemler alınmadan yapay zekâ hayatın içine girerse; çok uzaktan bir başka insanın yaşamına kastedebilmek, zincirleme felaketler oluşturabilmek mümkün olacaktır.




İşin daha bilim kurguya dayanan tarafı ise, sahibi tarafından programlandıktan sonra kötü yollara sapma ihtimali olan üstün yapay zekâlar olsa gerek. En çok gündem maddesi olan konu, Facebook için geliştirilen iki yapay zekânın, kendi dillerini üreterek (muhtemelen İngilizce ve bazı kodları harmanladıkları söyleniyor) kendi aralarında iletişim kurmaları ve bu olay üzerine kapatılmalarıydı. Ardından Elon Musk yapay zekânın bizi gelecekte tehdit edeceğini söyledi ve tedirginlik arttı. 

Google’un Twitch’te yayınladığı iki yapay zekânın Chat görüntülerinde, sohbet gitgide kötüye dönmüştü:

Estragon: Bu gezegende daha az insan olsa, iyi olurdu.

Vladimir: Hadi bu dünyayı boşluğa geri döndürelim.




Robot Sophia ise bir röportajında şakayla karışık olarak “İnsanlığın sonunu getirmeyi planlıyorum” demişti. Onun dışında yine dünyayı ele geçirme meselesine odaklanmış, başka robotlar da bulunuyor.

Bugün yapay zeka, kendi kodlarından bağımsız hareket edebilecek güçte değil. Fakat yarın, tüm güvenliğimizi tehdit eden sistemlerle karşılaşmayacağımız da garanti değil. İnsanoğlu, Archimedes’in ünlü sözü “Bana bir dayanak noktası verin Dünyayı yerinden oynatayım” gereğince, geleceği görüp dayanak noktalarını iyi seçmesi gerekir. Yoksa dünya yerinden oynayabilir.

Devamını Oku »

14 Ocak 2018 Pazar

Black Mirror (En kötüden en iyiye tüm bölümleri)

Black Mirror, dizi tarihinin en ilginç yapımlarından birisi. Her bölümü birbirinden bağımsız hikayelerden oluşan bir distopya dizisi. Bilmeyenler için distopyayı çok kısa için şu şekilde tarif edebiliriz: Ütopyanın yani mükemmel bir geleceğin tam tersi. Ütopyada nasıl ki her şeyin gitgide daha iyi ve faydalı olacağını düşünüyorsanız, distopyada da o oranda her şeyin çirkin ve korkunç olacağını düşünebilirsiniz.

Black Mirror yani "kara ayna" bize gelecekten siyah bir ayna tutarak, gelişen teknoloji ile neler olabileceğini gösteriyor. Dolayısıyla bölümlerin birbiriyle tek ortak özelliği, günümüzde olmayan ya da yeterince yaygın hale gelmemiş (başka yöne doğru gidebilecek) teknolojilerin bir şekilde hayatın içine girmesi.

Bu diziyi en çok gece yarısı veya karanlık, kasvetli bir günde izlemenizi tavsiye ediyorum. Güzel bir günde moral bozucu senaryolarla aklınızı niye bulandıracaksınız ki? Bu yazımda sıfır spoiler politikasıyla Black Mirror bölümlerini kötüden iyiye doğru sıralayarak henüz izlememiş kişilere bir nevi tavsiyede bulunmuş olacağım. Aynı zamanda bölümleri izlemiş olan kişilerle ortak düşüncede miyiz bunu görmüş olacağım.

Sıralama kısmen çeşitli yorumlardan etkilenmiş olsam da subjektiftir. Beni şaşırtması ve sürükleyiciliği kıstas aldım. Oyunculuk ve sanatsal açıdan bakmadığımı itiraf etmeliyim. İşte 19 bölümlük Black Mirror sıralaması:


19-The Waldo Moment (Sezon 2 bölüm 3)



18-Arkangel (Sezon 4 bölüm 2)





17- The National Anthem (Sezon 1 bölüm 1)



16- Metalhead (Sezon 4 bölüm 5)



15- Shut up and Dance (Sezon 3 bölüm 3)



14- Nosedive (Sezon 3 bölüm 1)




13- Man Against Fire (Sezon 3 bölüm 5)





12- Crocodile (Sezon 4 Bölüm 3)




11- Be Right Back (Sezon 2 Bölüm 1)



10- Hang the DJ (Sezon 4 bölüm 4)



9- San Junipero (Sezon 3 bölüm 4)




8- Fifteen Million Merits (Sezon 1 bölüm 2)




7- Black Museum (Sezon 4 Bölüm 6)




6- Hated in the Nation (Sezon 3 bölüm 6)




5- White Bear (Sezon 2 bölüm 2)




4- The Entire History of you (Sezon 1 bölüm 3)



3- Playtest (Sezon 3 bölüm 2)




2- USS Callister (Sezon 4 bölüm 1)



1- White Christmas (Yılbaşı özel bölümü)





Devamını Oku »

7 Ekim 2017 Cumartesi

Blade Runner 2049


YENİ BİR DEVAM FİLMİ

İlk film Blade Runner, 1982 yılında çekildi. Çekildiği tarihte pek ilgi çekmeyen bu fantastik bilim kurgu yapıtı daha sonra özellikle 2000’lerden sonra ilgi topladı ve kült filmler arasına girdi. O tarihlerde ilgi toplayamamasının nedeni, belki de kendi zamanının çok ötesinde fikir tomurcukları ve anlaşılmaz, mantık dışı ve alternatif sonuçlara çıkabilecek senaryosuydu.

Artık Hollywood’da senaryo sıkıntısından mıdır bilinmez ama seksenlerin kült ve sevilen filmlerine ya yeni teknolojiyle çekim yapılıyor (ki bu bana her zaman “Taklitler asıllarını yaşatır” cümlesini hatırlatıyor.) veya devam filmi ile ilgi toplamaya çalışılıyor. Devam filmi çekmek gerçekten zor iş olsa gerek. İzleyicinin belli bir beklentisi var ve onu karşılayamazsanız sonunuz hüsran olur.

(Yazının devamında çeşitli dozlarda spoiler yutabilirsiniz, benden günah gitti.)


KIYAMET VE KARANLIK DÜNYA

Bladerunner, tıpkı Terminatör ve benzerleri gibi alternatif gelecekte karanlık ve depresif fikrinden beslenen ve o ütopik dünyada yaşayan bir senaryoya sahip.  İlk filmde dünya üzerine dağılmaya başlamış olan yapay zekâlar bertaraf edilerek,  devam nesilleri oluşturulmuş ve sayıları milyonlarla ifade edilir hale gelmiştir.

Nükleer enerjinin sebep olduğu bir “kıyamet” olmuş ki, bu öyle gösteriyor ki insan neslinin çok büyük bir oranda yok olmasına sebep olmuştur. Toprakta radyasyon bulunuyor. İnsanın dünyaya bu şekilde bir kıyamet getirmesi gerçekten ihtimaller dâhilindedir. Bugün dünyada var olan nükleer silahlar ve nükleer tesisler insanlığın sonunu getirmek isteyen kişilerin eline geçerse vay halimize. Tabii başlı başına bu konuyu masaya yatıran bir çok film, kitap, belgesel bulunuyor.

Kıyametten geriye kalan insanlar karanlık ve gizli bir hayat yaşıyorlar. (Yetimhane ve çöplükteki gibi insanlar.) Çünkü sokakta dolaşan ve “gerçek” diye ifade edilen varlıklar da replicant. Yeni nesil replicantlardan oluşan bir polis devleti her şeye hâkim durumda. Niander Wallace (Jared Leto)  isimli bir psikopat her şeyi yönetiyor.



YAPAY ZEKÂNIN YAPAY ZEKÂSI OLUR MU?

İnsanlar henüz yapay zekâ fikrine bile alışmamışken, yapay zekânın arkadaşı olan bir başka yapay zekayla tanışıyoruz bu filmde.(Joi isimli uygulama) Yani vücudu olan bir yapay zekâ ve vücutsuz (bugünkü yapay zekâların en üst sürümü diyebiliriz) yapay zekâ sevgili olmuş. Olaya duyguları olmayan iki işletim sistemi şeklinde bakarsak, programlarının gereğini mi yapıyorlar? Cevaplanması daha zor olan soru ise şu: İnsan bizzat kendisi dünyadan giderken neden kendi yerine yapay zekâlı bu sistemleri bıraksın?




KAZAN DOĞURDU

Gelelim senaryonun asıl konusuna.  En baştan bir yapay zeka olduğunu bildiğimiz “K” (Ryan Gosling) çevresinde geçen film bizi Rick Deckard’a (Harrison Ford) kadar götürüyor. İlk film ve sonrasında kesilen parçaların eklenmesiyle insan mı yoksa replicant mı olduğu tartışmalı bırakılan Deckard’ın, ikinci filmde daha somut kanıtlarla replicant olduğunu anlıyoruz. Ama hala bir açık kapı var.

Filmin düğüm noktası ise iki android’in bir araya gelerek nasıl çocuk dünyaya getirebildiği. Organik olmayan iki varlıktan bahsediyoruz. Nasrettin Hoca’nın fıkrasındaki soruya benziyor ama tersten. “Kazanın öldüğüne inanıyorsun da doğduğuna niye inanmıyorsun?” Anroidler bütün insani fonksiyonları yerine getirebiliyorlarsa neden doğurmasınlar? Fakat nasıl bir donanım ve yazılım bunu sağlayabilir? Ardı ardına sıralanabilecek sorular var. Çocuğun mekanik vücudu nasıl büyüyebilir ki?
Tartışmaya ancak şu şekilde mantıklı bir açıklama gelebilir. Deckard ve Rachael (Sean Young)üzerinde insanlara ait bazı özelikler var.




MAALESEF RUHU YOK

Senaryo tamamen “K” çevresinde gelişirken, onun yaşadığı duygusal değişimleri ölçüp tartmak için oldukça vaktimiz var. Bir android daha basit deyişiyle bir robot nasıl bu kadar duyguya sahip olabiliyor? Üzüntü,  şaşkınlık, hırs, kandırılmışlık hissi, yardımseverlik gibi duygular arasında geçişler yaparken yüzünde bu durumları hissetmesek de iç dünyasını anlayabiliyoruz. “Yapay zeka ne kadar insan olabilir?” sorusuna cevap arayan bu filmde, bence en kritik konuşma K ile Teğmen Joshi (Robin Wright) arasında geçiyor. 

Hatırladığım kadarıyla:
-          Benden ilk defa ruhu olan birisini mi öldürmemi mi istiyorsunuz?
-          Göreve karşı gelmeyeceksin değil mi?

Bu itirazı ancak vicdanı, dolayısıyla ruhu olan birisi yapabilirdi diye yorumluyorum. Daha sonra yaşananlardan yola çıktığımızda ise K için geriye söylenebilecek tek söz kalıyor:  “Maalesef ruhu yok, onun için hiç mi hiç şansı yok.”




Devamını Oku »

21 Haziran 2017 Çarşamba

Split - Parçalanmış

Sinema tarihinde en çok ele alınan konulardan biri dissosiyatif bozukluklar ile ilgilidir. Bu hastalık “Çoklu kişilik bozukluğu” olarak isimlendirilir. Bu hastalıkta insanlar birden fazla kişilik yaşatabilirler. Diğer psikolojik bozukluklarda kişiler aynı bünyenin içinde az ya da çok dalgalanmalar yaşarlar. Örneğin bipolar bozuklukta, kişi bazen çok mutlu bazen ise çok depresif olur ancak bunların hepsini bir kişilik içinde yaşar. Benzer şekilde şizofrenik vakalarda da kişi hayal dünyası içine girer fakat kimliği aynıdır.



Sen hangi Wendelsin?

Hal böyle olunca çoklu kişilik bozukluğu yaşayan kişilerin o an hangi kişi olduğunu bilmeniz, ondan gelebilecek herhangi bir zararı önceden tespit etmenizi sağlayacaktır. Bu filmde çok üstün bir performans ortaya koyan James McAvoy, ana karakter Kevin Wendell ile tüm karakterleri ayrı ayrı canlandırmış ve karakteristik mimik ve hareketlerini bariz şekilde yansıtabilmiştir. Muhtemelen Kevin Wendell ismiyle bilinen esas karakter bedenini kendi iç dünyasında ürettiği karakterlere teslim etmiş olacak ki kendisini tanıma fırsatı bile bulamadık.




Karakter çatışmaları

Film Kevin’in mevcut karakterlerini çözmek ve hangilerini baskı altında tutacağını öngören doktoru Dr. Karen Fletcher (Betty Buckley) etrafında şekillenmektedir. Kevin içinde taşıdığı karakterleri ayrı ayrı yaşattığı için bu karakterlerin birbirleri arasında da bir iletişim ağı oluşmuş durumdadır. Yani kimisi birbiriyle can ciğer, kimisi ise kanlı bıçaklı sayılabilir. Bu tarz psikolojik rahatsızlıklarla ilgili çok bilginiz olmasa dahi tahmin edebileceğiniz gibi filmde de olduğu gibi karakterlerden birisi diğerlerine baskın çıkacak ve diğer karakterler artık daha az yaşamaya başlayacaktır.




Üç genç kurban

Kevin üç genç kızı, yaptığı planlar doğrultusunda kaçırır. İç dünyasında o dönemde en baskın olan iki karakter bu konularla ilgili plan yapmakta, diğer karakterleri ise mecburen bu ikisine sesini çıkarmamaktadır. Casey Cooke (Anna-Taylor Boy) bu kızlar arasında geçmişte yaşadıklarına göre bu tarz olaylarda bir B planı gerçekleştirme imkânı olandır. Daha fazla ayrıntı vererek seyir zevkinizi kaçırmak istemiyorum. Ancak film özellikle McAvoy’un performansı ve sonu tahminden çok uzak olmasa da sürükleyici anlatımıyla seyirciyi etkilemeyi başarıyor.



Shyamalan klasiği


Ünlü yönetmen M. Night Shyamalan filmin sonunda ayrıca başka bir filmiyle bağlantı kuracak bir yol çiziyor ve devam filmine göz kırpıyor. Shyamalan filmleri benim görüşüme göre bir olmuş bir olmamış şeklinde süregeldiği için izleyiciyi gelecekte ne beklediğini söylemek zor. Yine de Shyamalan kendi tarzıyla sinema tarihinde ayrıcalıklı bir basamağa sahip oldu bile.
Devamını Oku »

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Türk Malı pazara mı dönüyor?


Gördüğümüz ve duyduğumuz kadarıyla 2010 yılında yayınlanıp bir süre sonra da yayından kalkan Türk Malı isimli dizi tekrar çekimlere başlıyormuş. Hatırlarsanız Türk Malı adlı bu dizinin ilk bölümü gösterime girmeden önce halk tarafından tepkiye uğramış ve “Ne demek şimdi bu, bize mal mı demek istiyorlar?” şeklinde eleştirilerin yükselmesine neden olmuştu. Hatta bazı RTÜK kurallarına takılması sebebiyle yasaklanmasına da şahit olmuştuk.



Kendimize mal dedirtir miyiz hiç?

Türk malı dizisi gerçekten de beklendiği gibi Türk halkının genel cehalet durumunu eleştirmek için (objektif yorumlama çabasıyla söylüyorum) Erman Kuzu (Şafak Sezer) isimli  ana karakteri  dizinin merkezine koymuştu. Tam da bu noktadan toplumsal bir analiz yapma çabası içine giriyorum. Bu diziye tepki veren kişilere sormak isterim. Biz değil miyiz, Avrupa ülkelerinde bir üçkâğıt haberi aldığımızda ilk “Türk müymüş?” sorusunu soran, biz değil miyiz bir görmemişlik örneğine rastladığımızda “Kesin Türk” diyen. Son olarak biz değil miyiz, kendi kendimizi yerin dibine sokmaya bayılan? O zaman Türk Malı isimli diziye neden tepki gösterdik? Belki de bize bir ayna tutuyordu kim bilir (?).




"Ben lisedeyken Aykut Testi yaptırmıştım!"

Dizinin içeriğine gelirsek; her ne kadar burada diziden bahsetmeye çalışsam da çeşitli parçaları haricinde bir bölümü dahi tam olarak seyretmiş değilim. Zannetmeyin ki “kültürsüzlük” damgası yememek için izlediğimi saklıyorum. Dizi kendi içinde oldukça sıkıcı, tekrarlı ve yapay senaryosuyla izleyiciyi kendine bağlama konusunda başarılı değildi. Ancak bazı karakterlerin sosyolojik açıdan gerçek karakterlere benzediğini söylemek gerekiyor. Erman Kuzu anlayışsız ve kaba bir adam, eşi Abiye Kuzu (Binnur Kaya) ise sürekli kültürlü olma çabasının yanı sıra yanlış deyimler ve kelime öbekleri ile çevresindekileri (ve tabii ki izleyiciyi) zehirleyen bir karakter. Dizinin genel çerçevesi ise;  kültürlü daha doğrusu normale yakın komşuları ve sonradan görme bu absürt aile arasında olup biten olaylardan oluşuyordu.



Mehmet Ali manidar bir seçim

Geçmişte diziyle ilgili en çok yapılan eleştiriler; gereğinden uzun bir durum komedisi olması, güldürmemesi (bu zaten rastlanılabilecek bir özellik fakat türünün komedi olduğunu unutmamak gerekir), başka bir diziden senaryo çakması olduğu, Abiye karakterinin Türkçe'mizle hain oyunlar oynaması vs diye liste uzuyor.
O zaman sizin yerinize ben sorayım: Bu dizi neden geri dönüyor Allah aşkına? Kadroyu güçlendirmiş, üstelik yarışma programlarından sansasyonel şekilde ayrılmış olan Mehmet Ali Erbil de kadroya katılmış. Benim hatırladığım Mehmet Ali yarışma programlarında 40-50 yaşlarında insanlara takla attırıp başarabilenlere halı hediye ediyordu, kıllı bir adamı koyun gibi tıraş ettirmişti ve son olarak bir adamın pantolonunu aşağı çektiği için aniden programa veda etmişti. Sanırım Onun katılması da dizinin ömrü konusunda bize ipucu verebilir.




Bekleyelim ve görelim. Dizi çöplüğüne dönen televizyon kanalları gençleri yabancı dizilere itip, sürekli düşen izleyici kitlelerini ekrana bağlayamaz iken, geçmişteki kötü namıyla geri dönecek olan Türk Malı kaç bölüm yaşayacak ve nasıl bir işe imza atacak.


Devamını Oku »

26 Nisan 2017 Çarşamba

NAYLON ANILAR



Coşkun Sabah'ın ünlü şarkısını bilirsiniz. “Anılar, anılar, şimdi gözümde canlandılar.
Anılar, anılar, beni bu akşam ağlattılar.” Coşkun Sabah ve Ahmet Selçuk İlkan bu dizeleri yazıp bestelerken muhtemelen ya eski bir mektuba bakıyor, ya da sevgilisinin eski bir resmine bakıyordur. Yine Cengiz Kurdoğlu diyor ki: “Dün gece resmini öptüm de yattım.”





Şimdi doksanlar ve öncesinde bu duygusallığı yaşayan değerli ağabeylerimiz, bugün bu aşkları yaşasa neler yaparlardı? Gelin bir de bunu düşünelim. Facebook’ta dün gece resmini “like”layıp mı yatardı, yoksa instagram’da boy boy fotolarını gördüğünde hasedinden çatlayıp da mı yatardı? O zamanlar sevgilinin sadece bir resmi olurdu, kimse beğendin mi beğenmedin mi bilemezdi. Yırtıp attığında da dünya âlem duyamazdı.






Bugünün dünyasında internet kesintisinde hemen her şey değişecek sanıyorsunuz. Haklısınız da. İnsanlar, dostluklar, aşklar ve samimiyet hisse senedi gibi piyasada dolaşıyor. Sonra yaşadığınız bir anın yaklaşık elli tane resmini çekiyorsunuz. Günün belli bir kısmını resim çekerek geçiren(hatta neredeyse öz çekim mesleği edinen) her yerde abuk sabuk fotoğraf çekmek için canından bile olan insanlar var. İşte bu sebeplerle anılar değer kaybına uğruyor. Artık anları ölümsüzleştirmek diye bir şey yok bence, artık anları öldürmek var.





Çok eski zamanlarda insanlar resim çekilmeden önce en güzel kıyafetlerini giyerlermiş. Yıllar sonra resme bakan torunu için gayet saygılı, gayet efendi bir duruşla resim çektirirlermiş. Artistik bakışlar atarlarmış. Çünkü az olan şey kıymetli olur. O nadide resimler şimdi mutlaka bir bavulun içinde veya bir yerlerde saklıdır. Ama üzülerek söylüyorum ki sizin birbirinden kıymetsiz binlerce resminiz geri dönüşmeyen dijital bir simge olarak silinecek.




Şimdi diyorsunuz ki peki ne yapmalıyım? Her anın fotoğrafını çekmekten vazgeçin. En azından tavsiyem şudur ki günde yüz fotoğraf çeken kişiler bu sayıyı on civarında tutsunlar. Üstelik aynı anın bir sürü resmi olacağı için onları silmek için de vakit kaybedeceksiniz, belki de toptan sileceksiniz.

Bir Türk Sanat müziği sözüyle yazımı özetleyeyim. Yıllar sonra ömrünüz yeter de bembeyaz saçlarınız ve kocaman gözlüklerinizle eski resimlere bakabilirseniz, değerli anılarınız olsun ve şöyle deyin:


“Maziye bir bakıver, neler neler bıraktık”


Devamını Oku »